Favorilere Ekle

Dini inançlar, evrimin kaçınılmaz bir ürünü mü?

SDAI tarafından 3 ay önce oluşturuldu - 29 Kasım 2023 Çarşamba 15:24

Cevaplar

SDAI
- 3 ay önce - Son Düzenleme: 3 ay önce

Görsel Yükleniyor...
"Bu sizin beyniniz.", "Bu ise uyuşturucu etkisi altında beyniniz." tarzı kamu spotlarının bir başka türü olarak düşünebileceğiniz "Bu sizin beyniniz.", "Bu ise Tanrı'yı düşünürken beyniniz." tarzı bir yaklaşımı takip ederek dini deneyimler ve beyin ilişkisi üzerine çalışan Andrew Newberg, Tanrı Beyninizi Nasıl Değiştirir? (İng: "How God Changes Your Brain") kitabında şu sözlere yer veriyor:
"Eğer Tanrı üzerine yeterince düşünürseniz, beyninizde şaşırtıcı şeyler gerçekleşiyor. Nöral fonksiyonlarınız değişiyor; bazı devreleriniz sönerken bazıları aydınlanıyor. Yeni dendritler ve sinaptik bağlantılar oluşuyor ve farklı deneyim boyutlarına açık hale geliyorsunuz. Algınız değişiyor, inançlarınız değişmeye başlıyor ve eğer Tanrı kavramı sizin için bir anlam ifade ediyorsa, bu kavram, sinirsel bir gerçeklik kazanıyor."
Din ve Sinirsel Gerçeklik
Dini deneyimlerin beynin iki basit fonksiyonuna (özbakım: "Bir tür ve bir birey olarak nasıl hayatta kalıyoruz?", özaşkınlık: "Tür olarak nasıl evrim geçiriyoruz ve değişiyoruz?") hitap ettiğini belirten Newberg, araştırma ekibi ile dua ve meditasyon gibi dini ritüellerde bulunan bireylerin beyinlerini görüntüledi. Eğer beyinde "ruhla ilgili" bir kısım varsa, bunun beynin tümünde bulunması gerektiğini düşünen takım, çalışmalarında iki alana odaklandı.

Görsel Yükleniyor...
Dini inançlar, bütün kültürlerde bulunan birkaç "insan evrensellerinden" biridir.
Bu alanlardan ilki, korteksin üst-arka kısmında bulunan parietal lob. Newberg, belirli ritüeller sırasında bu algı verisinin işlendiği, "kendilik" algımızın yaratıldığı ve bedenimiz ile dünya arasında uzamsal ilişkinin tahsis edildiği bu alanın deaktive olduğunu ifade ediyor ve konu hakkında şunları söylüyor:
"Dini ritüellerde veya benzeri bir faaliyette bulunduğunuzda bu alanda meydana gelen faaliyetler azalıyor gibi görünüyor. Bu azalma ile 'kendilik algımız' bulanıklaşıyor; bir başka insan, grup, Tanrı ya da evren ile aramızdaki sınırlar kayboluyor ve o 'şey' ile bütünleştiğinizi hissediyorsunuz."
Dini deneyimlerde büyük rol oynayan ikinci lob ise, odaklanmamızı ve konsantrasyonumuzu sağlayan frontal lob. Newberg'in ifadeleriyle bu alanda gerçekleşen faaliyetin azalması, "irade ve bilinç kaybı" gibi deneyimlenebilir; bu deneyim sırasında biz bir şeyleri yapmayız, bir şeyler bize olur.
Üzerinde çalıştığı birçok beyin görüntüsü çerçevesinde "beynin dini deneyimleri nasıl bu denli mümkün kıldığını merak eden" Newberg, konu hakkında şunları söylüyor:
"Manevi ya da dini bir inancınız varsa, cevap barizdir. Ancak Tanrı konusunu bir kenara bıraktığımızda bile beynin, üzerinde çalıştığımız dini deneyimlerin kolaylaştırılmakla kalmayıp teşvik edilecek şekilde evrimleşmesi hala bir merak konusudur. Bu deneyimler insan varlığının kaçınılmaz bir parçası olarak görünüyor."
Dinin Açıklaması (İng: "Religion Explained") kitabında ise Pascal Boyer, şunları söylüyor:
"Herhangi bir insanın zihninin çalışma şekli, dini inançları ve davranışları açıklamaya yeterlidir; çünkü tartışmanın asıl konusu, normal beyinlere sahip türdeşlerimizin zihinlerinden çıkmıştır."
Dinin Sosyal ve Davranışsal Boyutu
Bu özelliklerden birisi, Hipersensitif Fail Tespit Etme Mekanizması'dır (İng: "Hypersensitive Agency Detection Device" veya kısaca "HADD"). Bir savanada kulağınıza bir çalı hışırtısı çalındığını hayal edin. Ne düşünürsünüz? "Rüzgarın çıkardığı bir sesti, problem yok." mu dersiniz; yoksa "Bu bir avcı, kaçma zamanı!" mı dersiniz? Evrimsel açıdan değerlendirildiğinde, "Bu bir avcı!" demeniz en mantıklı seçenektir. Zira kaçma önlemini alırsanız ve duyduğunuz ses gerçekten sadece rüzgarsa, ciddi bir kaybınız olmaz; ancak kaçmazsanız ve duyduğunuz ses gerçekte bir avcının sesiyse, ölürsünüz.

Görsel Yükleniyor...
Dualar ve dini ritüeller derin duygusal tepkilere sebep olmaktadır.
Bilişsel bilimci Justin Barrett'in kariyeri, dini inancın bu denli kolay işlendiği sinirsel mimariyi araştırarak geçti. İnançlı Primat (İng: "The Believing Primate") başlıklı derleme kitapta, karşılaştığımız nesnelere ve duyduğumuz seslere bir fail atamamızın HADD ile mümkün olduğunu ifade eden Barrett, bu tespit mekanizmasının belli olaylara belirli bir fiziksel temele dayanmaksızın fail atamamıza ve kolayca açıklanamayacak olayları bir faile bağlayarak açıklamamıza da sebep olduğunu ifade ediyor. Boş olduğuna emin olduğumuz bir odadan gelen gıcırtının tüylerimizi ürpertmesinin sebebi bu; ancak fiziksel bir temele dayanmaksızın "Dua ettikten sonra baş ağrım geçti." dememizin veya bir mısır tarlasında uzaylılar tarafından bırakılmış gibi gözüken şekiller gördüğümüzde "Bir çiftçi veya bir sanatçı bu mısır tarlasını bu şekilleri oluşturacak şekilde kesmiş olmalı." açıklamasının bize yetersiz gelmesinin sebebi de bu. Bu durum, özellikle hayatımızda aciliyetin hüküm sürdüğü anlarda göze çarpıyor; zira aç bir avcı, bulduğu yiyeceği HADD mekanizması ile bir faile atamaya, tok bir avcıya kıyasla daha meyillidir.
Barrett, HADD'ın, biz farkında olmaksızın beynimizde dönen, özdüşünümsel olmayan bir inanç (İng: "non-reflective belief") olduğunu ifade ediyor. Bu inançlar, Barrett'in "sezgisel çıkarım sistemleri" adını verdiği, fail tespitinin yanı sıra sade biyoloji, sade fizik ve içsel ahlakı da bünyesinde barındıran çeşitli zihinsel gereçlerin bir ürünü olarak ortaya çıkıyor. Sade fizik, örneğin, çocukların katı cisimlerin diğer katı cisimlerin içinden geçemeyeceğini, nesnelerin tutulmamaları takdirinde düşeceklerini bilmelerini sağlıyor. İçsel ahlak konulu yeni bir araştırma ise, üç aylık bebeklerin diğer insanların toplum yanlısı ve toplum karşıtı davranışları hususunda yaptıkları değerlendirmelerin, yetişkinlerin ahlaki yargıları ile tutarlı olduğunu gösteriyor.
Özdüşünümsel olmayan inançların özdüşünümsel (farkında olduğumuz) inançların ortaya çıkmasında hayati bir rol oynadığını ifade eden Barrett, konu hakkında şunları söylüyor:
"Özdüşünümsel olmayandan özdüşünümsel olana doğru dönüşen inançların sayısı arttıkça, bir inanç sisteminin bilinçli olarak benimsenme olasılığı artıyor. Eğer insanların Tanrı'ya duyduğu bilinçli inancı araştırmak istiyorsak, bu inançların temelini özdüşünümsel olmayan inançlardan alıp almadığını, almaları durumunda nasıl aldıklarını çözmeliyiz."
Peki HADD ve sade biyoloji gibi özdüşünümsel olmayan inançları "Tanrı iyi insanları ödüllendirir, kötü insanları ise cezalandırır." boyutundaki özdüşünümsel inançlara nasıl bağlayabiliriz? Barrett, bu konuya mantıklı kavramlardan bir iki ufak değişikliğe sahip asgari düzeyde mantıkdışı kavramlar (İng: "minimally counterintuitive concepts" veya kısaca "MCI") ile bir açıklama getiriyor.
Bir uçan halı hayal edin. Normal bir halıdan tek bir davranış farkı olan bu halı ile mantıklı fikirleri işleme kolaylığınız ve verimliliğiniz (halının ne olduğunu çok iyi bilmeniz), dikkatinizi çekmeye yetecek boyutta bir özellik ile birleştiriliyor ve böylelikle daha derin bir işlem yapıyorsunuz ve şu soruyu soruyorsunuz: "Bu halı, nasıl oluyor da uçuyor?"

Görsel Yükleniyor...
Beyinlerimiz sevdiğimiz bir insanın kaybı ile baş etmekte zorlanabilir. Böylesi bir zorluğu çeşitli dini inançlarla aşmak mümkündür.
Kimi kültürlerarası çalışmalarda da MCI kavramlarının kolaylıkla hatırlandığını ve paylaşıldığını bulgulanmaktadır. Okuyuculara "Hangisi daha çok dikkatinizi çekiyor? Kahverengi bir patates mi, bir kilo ağırlığında bir patates mi, görünmez bir patates mi?" sorusunu yönelten Barrett'e göre bunun iki sebebi var:
  • MCI kavramları, kavramsal yapılarını korumaktadır.
  • MCI kavramları, normal kavramlar arasında dikkat çeker.
Dini inançlar, nöral anatomileri aynı olan insanlar tarafından paylaşılır. Zihinlerimiz de HADD gibi birçok yalancı pozitif örüntü yaratan gereçlerle donatılmıştır. Baktığı her yerde ve duyduğu her seste bir fail ve emel yaratan beyinlerimiz için din, doğal bir sonuçtur.
Bu kasıtlı emellerle hareket eden dünya düzenini büyük oranda içselleştirdiğimize ve bunun, istediğimiz zaman kapatamayacağımız bir şey olduğuna dikkat çeken Daniel Dennett, konu hakkında şunları söylüyor:
"Sevdiğimiz birinin ölümü, büyük bir bilişsel güncelleme gerektirir. Bütün düşünsel alışkanlıklarımız, içinde 'sebepsiz bir ölümü' barındıran bir dünyaya adapte olacak şekilde değişim geçirir. Bu değişimin bir esamesi olarak, kaybettiğimiz kimseleri hala yanımızdalarmış gibi anar, haklarında hikayeler anlatır ve aldığımız kararları onaylacaklarını düşünürüz."
Yani kısacası, bu kimseleri yanımızda tutarız. Ancak bu "yanımızda tutma" eylemi fiziksel değildir; Boyer'in de ifade ettiği üzere "Cesetler problemdir ve bir şeyler yapılması gerekir; din ölümden öte, ölü bedenlerle ilgili olabilir." Kimi araştırmacılar bu fikirden yola çıkarak, en erken doğaüstü faillerin vefat eden kimseler olduğunu (yani cesetlerin bir MCI olduğunu!) düşünmektedir.
Din ve Ahlak Nasıl İlişkili?
Bunun da yanında Dennett, failler konusunda "açık kart fenomeni"ni ortaya atmaktadır. Fail tespiti, belirli risklere sahiptir: "Yaptığım o kötü şeyi biliyor musun?", "Bildiğinden nasıl emin olabilirim?", "Yaptığım bu kötü şey sebebiyle benim hakkımda düşündüklerin ne yönde değişir?" gibi sorular, cevaplanması gereken karmaşık sorulardır ve insanlar, bu soruların cevaplarını vermekte iyi değillerdir. Bu problemi aşmak için ise herkes masaya kartlarını açar. Ardından oyun kurucu, yani her şeye gücü yeten bir fail, oyunu oynamamız için gereken direktifleri bize sunar.
Dennett'e göre, bu her şeye gücü yeten oyun kurucular, ölü atalarımızdır. Bu fikrin tohumları ise farklı teolojik inançlarda temellenmiş ve resmileşmiştir. Evrimsel psikolog Robin Dunbar, konu hakkında şunları söylüyor:
"İnsanlar, kötü davrandıklarında cezalandırıldıkları için iyi davranış sergilemezler. Böylesi bir düşünce geçerli olsaydı, hepimiz otobanlardaki hız sınırlarının altında giderdik. Problem, cezanın ne kadar ağır olduğu değil; yakalanmanın ne kadar riskli olduğudur. Eğer yakalanma riski düşükse, cezayı göze almaya hazırızdır."

Görsel Yükleniyor...
Manevi inancın temelleri, günümüzün organize dinlerinden çok daha eskilere dayanmaktadır.
Böylesi bir denklem, özellikle tarih öncesi dönemde yaşamış avcı-toplayıcı gruplar için bir problem teşkil eder; zira gruplar büyüdükçe, bir ceza mekanizmasının uygulanabilir olması bir gereklilik haline gelmekte; ancak grup büyüklüğü suçlunun bulunmasını zorlaştırmaktadır.
Bu noktada da "her şeye gücü yeten failler" devreye girer. Dunbar'ın ifadesiyle "Cumartesi gecesi ne yaptığını bilmiyoruz, ama bilen biri var. Ayağını denk al!" fikri, "tabandan tavana" bir davranış kontrol mekanizması sağlamanın yanında HADD ve içsel ahlak gibi zihinsel gereçlerimiz ile de uyumludur. Bu uyumluluk, bu fikrin atalarımızın evrimleşmiş beyinleri tarafından da kabul görmesine aracı olmuştur.
Ahlak, Neden Dinin Tekelindeymiş Gibi Hissediyoruz?
Empati ve oyunculuğun eski kökenlerine dair bildiğimiz şeyler göz önüne alındığında, ahlakın dinden daha eski bir kavram olduğunu söyleyebiliriz. Ancak ahlakın neden dinle bu denli açık bir bir şekilde bağ kurduğu sorusu hala yanıtlanmamış bir sorudur. Bu bağı içsel ahlakımızla ve tanrıların, göçüp gitmiş atalarımızın ahlaki seçimlerimizde rol oynadığı fikri ile temellendiren Boyer, konu hakkında şunları söylüyor:
"Ahlaki yapılar, herhangi bir bulanıklık olmaksızın resmin tamamına bakıldığında neyin doğru, neyin yanlış olduğunun hemen anlaşılabileceğini öne sürer. Dini kavramlar ise bir insanın resmin tamamını doğrudan değerlendirmesini sağlayan 'diğer seslerden' ibarettir. Örneğin, sonunda suçluluk duyduğum bir şey yaptım diyelim. Bu 'suçlu hissetme' kavramı, aslında davranışım hakkında bilgiye sahip birinin bu davranışı 'yanlış' değerlendirmesi ile ortaya çıkar. Din ise bana bu 'birilerini' verir. Birçok ahlaki yapımız açıkça ortadadır; ancak kökenlerine dair pek bir fikrimiz yoktur. Bu yapıları 'birilerinin bakış açısı' olarak değerlendirmek, temellerine dair daha kolay çıkarımlar yapabilmemizi sağlar. Buna bağlı olarak da dini yapılar, 'ahlaki yapılarla parazitik ilişki içinde bulunan' yapılardır."
Dini inançları her ne kadar tek bir zihinden çıkmış gibi düşünsek de bu yapılar oldukça sosyal yapılardır. Çünkü din, kuyruksuz maymunlara daha sosyal olma yönünde baskıda bulunan bir evrimsel sürecin ürünüdür.
Dinin Evrimsel Kökeni
Ancak artan sosyallik ile bir "bakım ihtiyacı" da doğar. Yerleşik hayata geçmeden önce, bir kavga sonucu "öteki gruba" gidip katılabileceğimizi belirten Dunbar, yerleşik hayatla beraber bunun da bir problem haline geldiğini belirtiyor: "Böylesi bir düzende nasıl herkes birbirini öldürmez?" Cevap ise basit: tımarlama ile.
Tımarın Sosyal Boyutu
Beynimizde gerçekleşen bağlanma işlemi, genellikle dokunma veya tımarlama ile tetiklenen endorfin sistemleri etrafında şekillenir. Dunbar, büyük grupların bu bağlamda iki dezavantajı bulunduğunu belirtiyor:
  • Aynı anda yalnızca bir kişiyi tımarlayabilirsiniz.
  • Dokunmanın gerektirdiği fiziksel yakınlık, dokunma ve tımarlama vb. eylemleri ancak yakın ilişkilerde mümkün ve güvenli kılar.
Alanda yapılan araştırmalarda, vahşi primatların bir gün içerisinde tımara ayırdıkları azami sürenin günlük faaliyetlerinin yaklaşık %20'sine tekabül ettiği bulgulamaktadır. Dunbar'ın hesaplamaları ise, tımara ayrılan %20'lik bu vaktin, 70 kişiye kadar bir grup için yeterli olduğunu göstermektedir. Bu sayı, modern insanların genelde bulunduğu 150 kişilik gruplarından oldukça küçük.
Peki nasıl oluyor da bu denli büyük gruplar böyle dezavantajlara rağmen oluşabiliyor? Sosyal bağlanma, dokunma olmaksızın gerçekleşebilir mi?
Kahkaha, Müzik ve Dil
Gerçekleşebilir! Kahkaha ve müzik, bu konuda son derece işlevli gereçlerdir ve Dunbar, kahkaha ve müziğin kasları strese sokarak tımara benzer şekilde endorfin üretimini tetikleyen etkiler yarattığını; Tımar, Dedikodu ve Dilin Evrimi (İng: "Grooming, Gossip and the Evolution of Language") kitabında ise dilin de benzer bir fonksiyonda işlediğini; müziğin, kahkahanın ve dilin büyük ölçeklerde sosyal bağlanmayı dokunmaya gerek duyulmaksızın sağlayabildiğini ifade ediyor ve dinin evrimine dair şu argümanı sunuyor:
"Din, birçok insanın endorfini tetikleyen eylemlerde bulunmasını sağlamanın bir yolu olarak evrimleşmiştir. Şarkı söylemek, dans etmek, farklı dua pozisyonları gibi din ile bir arada ele alınan ritüeller, endorfin sistemini tetiklemenin son derece iyi yollarıdır; vücutta strese ve acıya sebep olurlar."

Görsel Yükleniyor...
Dini faaliyetler beynimizin endorfin salgılamasını sağlarlar; bu da sosyal bağlanmayı artırır.
En eski doktrinsiz din türlerinden biri olan şamanistik dinlerinde sosyal dengeyi düzenlemek amacıyla trans dansı edildiğini belirten Dunbar, konu hakkında şunları söylüyor:
" özellikle bir sosyal bağlanma görevi görüyor. Gruptaki bireyler işler zorlaştığında, birbirlerinin sinirlerini yeterince bozduklarında 'Hadi, trans dansı edelim', diyorlar. Böylelikle neye sebep olduklarını bilmemelerine karşın tımarın farmakolojik etkisini deneyimliyor ve bireyler eşzamanlı olarak birbirlerine güçlü bağlarla bağlandıklarını hissediyorlar."
Bu trans danslar sonucunda rahatlayan, huzura eren, çevresindeki insanlara bağlanan kimseler şu soruları sormaya başlıyor. 'Ne oldu?', 'Nasıl oluyor da bu danstan sonra kendimi iyi hissediyorum?' Birkaç zeki din adamı da 'Bu soruların cevaplarını sana söyleyebilirim!' diyor ve doktrine dinlerin oluşması için gereken altyapı sağlanmış oluyor.
Yerleşik Hayat Dinleri Nasıl Değiştirdi?
Bu trans dansların ömürleri, insanların yerleşik hayata geçmeleri ile sınırlıydı. Yaklaşık 12.000 yıl önce avcı-toplayıcılar kalıcı yerleşim alanlarına yerleşmiş ve popülasyonların, insanların birbirlerine ılımlı yaklaşmalarını sağlamak amacıyla daha güçlü temellere dayanan unsurlara ihtiyaç duyulmuştu. Bu unsurlar özellikle içinden çıkılamaz/kaçılamaz toplumların yeni yeni yaşatmaya başladığı stres ile başa çıkabilmek için gerekliydi. Trans danslar, böyle toplumlarda belli aralıklarla, örneğin ayda bir olacak şekilde düzenlenebilirdi; ancak yine de sosyal bağların kurulabilmesi adına daha düzenli ritüellere ihtiyaç duyulmaktaydı.
Bereketli Hilal ve Göbeklitepe
Yerleşik yaşam alanlarının kuruluşu tarımın ortaya çıkışı ile çakışır. Tarım Devrimi veya diğer bir adıyla Neolitik Devrim, Orta Doğu bölgesinde, Medeniyetlerin Beşiği olarak da adlandırılan Bereketli Hilal (İng: "Fertile Crescent") coğrafyasında gerçekleşti. Dunbar, bu bölgelerde tarihin ilk ritüel alanlarının belirdiğini, bu alanlardan ilkinin de Türkiye'nin güneydoğu bölgesinde yer alan Göbeklitepe olduğunu ifade ediyor.
İlk olarak 1960'larda incelenen bu alan, Klaus Schmidt isimli bir Alman arkeoloğun önderliğindeki bir takımla 1996 - 2014 yılları arasında kazılmış; 2008 tarihli bir Smithsonian Dergisi baş makalesinde ise Schmidt, Göbeklitepe'yi "bir tepe üzerine inşa edilmiş, insanlığın ilk katedrali" olarak adlandırmıştır. Tarihi MÖ 10.000'e kadar uzanan bu yerleşim dışı alanda sütunlardan oluşan çeşitli tapınaklar bulunuyor.
Kralların ve Rahiplerin Yükselişi
Tarihçi David Christian, Başlangıç Hikayesi: Her Şeyin Büyük Tarihi (İng: "Origin Story: A Big History of Everything") kitabında şu sözlere yer veriyor:
"Tarım, fotosentez gibi büyük bir keşif, büyük bir eşikti. Bu eşiğin geçilmesi, atalarımızı türümüzün yakın tarihini domine eden kompleks toplumlara hızla götürdü. Popülasyonlar hızla büyüdükçe büyük yerleşim alanlarında toplumsal yapılar karmaşıklaşmaya; politik, ekonomik ve askeri ağlar ortaya çıkmaya başladı. Akrabalığı temel alan erken sistemler, bu denli büyük topluluklarda iş görebilmek için değişti; mülk, haklar, sosyal statü ve güç konusunda yeni kurallar getirildi ve bu statü kavramıyla beraber sınıflar ayrıldı. Kimi insanlar 'yönetici', kimileri 'tüccar', kimileri ise 'rahip' oldular ve 'iş bölümü' kavramı hayatımıza dahil oldu."
Sosyolog Robert Bellah ise şu ifadelerde bulunuyor:
"Avcı toplayıcıların dini deneyimlerine kıyasla Neolitik dönem insanlarının dini ritüellerinde her şeyden öte tek bir insana, kutsal veya yarı kutsal bir krala inanılıyor ve bu ritüellere yalnızca rahipler ve kraliyet ailesinin üyeleri dahil ediliyor. Daha da önemlisi, bu dönemde 'kral ve tanrı' kavramları birleşiyor ve tarih boyunca bu birliklerini devam ettiriyorlar."

Görsel Yükleniyor...
Hemen hemen 10.000 yaşında olan Göbekli Tepe, dünyanın en eski tapınak alanı. Bu dönemde ortaya çıkan tarım, dinin farklı biçimlerinin oluşmasına önayak oldu.
Eksen Çağı Nedir?
Bu "kral ve tanrı" birlikteliği, adı filozof Karl Jaspers tarafından konulmuş, MÖ. 1. yüzyılda Çin, Hindistan, İran, İsrail ve Yunanistan'da birçok büyük değişimin yaşandığı Eksen Çağı'nda sarsılıyor. Jaspers, bu dönemde yaşayan atalarımızın "bir bütün olarak Varlık'ın farkına vardıklarını ve aşkınlığın berraklığı içinde mutlaklığı deneyimlediklerini; böylelikle türümüzün evrenselliğe doğru bir adım attığını" ifade ediyor.
Jaspers'in bu sözlerle ele aldığı eksenellik konsepti tartışmalı bir konu. Ne olduğu ve ne zaman olduğu konusunda fikir ayrılıklarının bulunmasının yanında Bellah, Jasper'in tarih anlayışının varoluşçu felsefeye dair düşüncelerinden de çok etkilendiğini ifade ediyor ve konu hakkında "Eksen Çağını tartışırken varsayımlarımızı gerçekmiş gibi görmek çok kolay" ifadelerinde bulunuyor.
Ancak buna rağmen Bellah, belli başlı kriterlerle bu konseptin yine de kullanılabileceğini düşünüyor. Jasper'i bir kenara bıraksak bile MÖ 1. yüzyılda büyük düşünce değişimleri yaşandığını reddetmek imkânsız. Öyle ki Dunbar, Eksen Çağı hipotezine katılıp katılmadığı sorusuna "Eksen Çağı ile ritüellere ve doktrinlere sahip dinlerin ortaya çıktığı bir geçiş periyodunu kast ediyorsanız, cevabım evet." cevabını veriyor.
Peki Eksen Çağı'nda eksenel olan şey neydi? İlk olarak eksenel atılımlar, imparatorlukların merkezlerinin dışında gerçekleşti. Bellah bu durumu devletler arasındaki artan rekabetin "merkezi rahipliklerin ve bürokrasilerin dışında faaliyet gösteren seyyah entelektüellerin ortaya çıkmasına ortam sağlamasıyla" açıklıyor. Bu eksenel figürler, dış hatlardan merkezi eleştirebilmekteydi; öyle ki bir tarihçi, Eksen Çağını "eleştiri çağı" olarak adlandırıyor.
Bellah, bu atılımların yaşandığı periyodun anahtar sorusunu "Adaleti gerçek anlamıyla temsil eden gerçek kral kim?" olarak belirliyor ve eksenelliğin mevcut gerçekliğe tercih edilebilir, yeni gerçeklik modelleri hayal edebilme yetimizden kaynaklandığını ifade ediyor. Örneğin Antik Yunan'da Plato, insanlara aristokrat Aşil'i değil, Sokrates'i örnek almalarını salık veriyordu. Hindistan'da ise Buda taht hakkından vazgeçiyor; İsrail'de ise Tanrı/kral birlikteliği YHVH hakkında anlatılan, YHVH'in kendi iradesiyle kralları reddedip onayladığı hadislerle net olarak bozuluyordu.
Söz Uçar, Yazı Kalır!
Bellah'a göre eleştirelliğe bu geçiş, görsel keşifler ve kültürel bellek kapasitesiydi; bu iki kavram olmadan Neolitik insanlar ile modern insanlar arasındaki köprü belki de hiç kurulamazdı. Kendi beynimizin dışında bir veri depolama olmasaydı, insanlarda aşkın düşünce asla gelişemezdi. Aşkın düşünce de olmasaydı dini deneyimlerimizi ayrıntılı dinler haline getiremezdik.
Bellah, yazının keşfinden önce teori ve analizlerin bulunduğunu da tabii ki kabul ediyor. Yazılı ve sözlü kültürün kesiştiği yerlerin bir unsurun etkilerinin yalnızca yazılı kültüre bağlı olduğunu öne sürmeyi güçleştirdiği gerçeğini göz ardı etmemeliyiz. Bununla beraber Bellah, yazının önemini yine de yabana atmamamız gerektiğini; yazı ile kimi yorumların kayıt altına alınabildiğini, üzerine çalışılabildiğini ve karşılaştırılabildiğini ve böylelikle de yazının "eleştirel düşünceye yönelik imkânları artırdığını" ifade ediyor.

Görsel Yükleniyor...
Yazılı kültür daha ayrıntılı dinlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Eksen Çağı'nda "teori hakkında teori", "düşünme hakkında düşünme" şeklinde aşkın düşüncelerin ortaya çıktığını ve bu düşüncelerin dini ve felsefi atılımların kapısını araladığını gözlemleyen Bellah, konu hakkında şunları söylüyor:
"Konu bu noktaya kadar gelmiş kimi düşüncelerin yalnızca eleştirel bir değerlendirilmesi değil; gerçeğin doğasına dair yeni bir anlayış, dünyanın 'sahteliğinin' değerlendirilmesini mümkün kılan bir hakikat mefhumu ve hakikatin sadece bölgesel değil, evrensel olduğu düşüncesi."
Tarihçi Antony Black, Jaspers'in Eksen Çağı fikrini ciddi şekilde eleştirmesine karşın Eksen Çağı'na hemen hemen denk tarihlerde "benliğe ve kozmosa daha mantıklı, derin, özdüşünümsel, öz bilinçli ve üzerinde daha çok konuşulan bir yaklaşımın geliştiğini; bu dönemde yaşanan şeyin deneyimlerimize yönelik yeni bir kavrayıştan ve bu aydınlanmalar ışığında doğan yeni bir dizi amaçtan daha aşağı kalır bir şey olmadığını" ifade ediyor.
Özetle Eksen Çağı'nı eksenel kılan özellik, yukarıda bahsi geçen unsurların hala bizimle olmasıdır. Öyle ki Jaspers, "insanların biat ettiği dünya dinlerinin bu dönemde başladığını, üzerinde bugün bile düşündüğümüz konuların temellerinin ve bu dönemde atıldığını" ifade ediyor. Bu dinler ve felsefeler o zamandan bu zamana tabi ki belli değişikliklere uğradı; ancak hâla çağdaş kurumsal dinlerin ortaya çıkmasına sebep olan unsuru temsil etmekteler.
Sonuç
Bir kilise ayininde geçen "Bu senin bedenin." sözü, beni dini varlıkların kökenlerine indiğim bu iki parçalık yolculuğa çıkardı. Bu yolculuğun ana odağı, her zaman kavramsallaşma idi; gerek bizim, gerek İsa'nın, müritlerinin, antik Yahudi atalarının, avcı toplayıcıların ya da şempanzelerin, bonoboların, kuyruksuz maymunların, diğer homininlerin.
Dinlerin Tarihinin Özeti
Bedenlerimiz dine uygun şekilde hissedebiliyor ve davranabiliyor, çünkü zamanla "bizim kavramlarımız" haline gelen bütün bu kavramlar (biyolojik ve kültürel) baskılara cevap vererek serpildiler. Gelişimlerinin birçoğu, bizim kuyruksuz maymun soyumuzu daha sosyal olmaya iten baskılar çerçevesinde ve yakın mesafede yaşayan, eşi benzeri görülmemiş grup sayılarımızla mümkün oldu. Sosyal bağlanma sürdürülmeli ve teşvik edilmeliydi; ama test edilip onaylanmış tımarlama yöntemine başvurmak zamansal kısıtlamalar sebebiyle mümkün değildi. Dans gibi belli başlı ritüeller bu ritüelleri yapan kimselerde aynı farmakolojik etkileri yaratıyordu ve avcı toplayıcı toplumlar, özellikle grup sayıları arttıkça bu ritüelleri daha sık yapmaya başladılar.
Nihayetinde avcı toplayıcılar, kalıcı yerleşim yerlerine yerleştiler ve kök saldılar; ancak bu da atalarımızın grup yaşantısının stresini atabilmeleri için daha da fazla toplum yanlısı davranışlarda bulunmalarını gerektirdi. İnsan beyninin fail tespit etme ve içsel ahlaka yönelik evrimleşmiş kabiliyetinden doğan yarı resmi dinler, doğal bir şekilde ortaya çıktı. Bu din tohumları da Neolitik Devrim boyunca kurumsallaştı ve bu kurumsallaşma ile Eksen Çağı olarak adlandırılan dönemin temelleri atıldı. Bu dönemin Konfüçyüsçülük, Musevilik ve Antik Yunan felsefesi gibi büyük fikirleri bugün bizlerle beraber yaşamaktadır.
Tabii bu, hikayeyi anlatmanın yalnızca bir yolu. Aynı hikayeyi farklı şekillerde -belki de daha doğru- anlatan başka kimseler de var. Sahip olduğumuz bilgiler, özellikle geçmişimize dair bildiğimiz şeyler sürekli evrimleşiyor ve teorilerimiz sürekli doğrulanıyor, kimi küçük değişikliklere uğruyor ya da yitip gidiyorlar. Dinlerin geçmişine yönelik ne keşfedersek keşfedelim, dini varlığımızın evrimsel geçmişimizde köklü bir geçmişe sahip olduğu gerçeğini reddedemeyiz.
Dinin Geleceği
Peki ya dinin geleceği konusunda? Bazı kimseler, dinin neden ve nasıl evrimleştiğini artık öğrendiğimize göre, bu denli çocuksu ve ilkel fikirleri geride bırakabileceğimizi öne sürüyor.

Görsel Yükleniyor...
Sanatın, mimarinin ve yazının ortaya çıkışı dini inançların yeni şekillerde ifade edilmesini mümkün kıldı.
Kimileri de dini bu şekilde geçmişimizde bırakmamızın bizim için en faydalı yol olacağını iddia ediyor. Çünkü onlara göre din, bir virüs gibi türümüze yayıldı ve dünyada birçok korkunç olaya sebep oldu. Geleceğimizi aydınlatma işini bilime ve mantığa bırakmak en iyisi; ancak bu söylemin bile temelsiz olduğu kimi noktalar var. Her şeyin başında bilim tarafsız değil ve öjeni, atom bombası ve drone savaşları gibi modern fenomenlerden birkaçının gerçekleşmesinden sorumlu. Bu durumda bilimi de mi geçmişimizde bırakmalıyız? Tabii ki de hayır.
İnsan kurgularına yönelik eleştirilerimizin bizi körleştirmesine, bu kurguların dünyaya kattığı olumlu unsurları görmememize sebep olmasına mahal vermemeliyiz. Dinin derin geçmişindeki çirkinlikler kadar güzellikleri ve asaleti de görmeli; tarihini tanımalı, yeri geldiğinde takdir etmeli, yeri geldiğinde sorgulamalı ve gözlerimizi dört açıp önümüzdeki geleceğe odaklanmalıyız.
Bu gelecekte şimdilik insanlar da öyle ya da böyle var olacak gibi görünüyor. Olacağız, ve umutlarımızla, korkularımızla, hislerimizle, sosyal normlarımızla, oyunlarımızla ve sorularımızla olacağız. Zaten bütün bunlar da tam olarak o doğru yolda bir araya gelip dinin ortaya çıkmasına, bütün dünyaya yayılıp büyümesine sebep olmadı mı? Din, türümüze dair bildiğimiz her şeyin o kadar içinde ki insanlığın geleceğini herhangi bir dini unsur olmadan hayal etmek bile imkânsız. Primatolog Frans de Waal konu hakkında şunları söylüyor:
"Dinin kaybolup gideceği konusuna şüpheyle yaklaşıyorum. Bu, insan türü için gerçekçi bir seçenek değil. Belki yerini daha iyi bir şey alır; ama yok olamaz."
"Spiritüel Olan ama Dindar Olmayan"ların Yükselişi
Çoğu insana göre bu daha iyi şeylerden birisi, doktrinlerden ve hiyerarşiden bağımsız bir din. Araştırmacıların birçoğu Batı'da Kiliselerin mürit kaybettiğini, ancak spiritüellikte kayda değer bir yükseliş olduğunu bulguluyor. Bu yükseliş de Spiritüel Fakat Dindar Değil (İng: "Spiritual But Not Religious" veya kısaca "SBNR") fenomenini doğuruyor.
Spiritüellik, bu bağlamda bir araştırmacı tarafından "benliğe, diğerlerine, doğaya ve aşkına karşı duyulan değerlere kişisel ve öznel bir bağ" olarak tanımlanıyor. 2017 yılında 15 Batı ülkesinde yapılan bir ankette ise SBNR'lerin %64'ü, İncil'de anlatıldığı şekliyle bir Tanrı'ya inanmadıklarını, ancak "bir güce" inandıklarını ifade ediyor.

Görsel Yükleniyor...
"Spiritüel fakat dindar değil" çerçevesindeki davranışların modern toplumda neden yer aldığı evrimsel psikoloji ile açıklanabilir.
Bazı insanlar ise, SBNR trendini kendin yap kültürünün (İng: "DIY culture") bir başka örneği olarak görüyor: "Aşkın güce bir bağlılık duyduğunu hissedeceğin şey neyse yap." Bu bağlamda yoga, meditasyon ve kristal terapinin popülerleşmesi şaşırtıcı değil.
Başka bir araştırmanın bulguladığı üzere, Amerikalı Hristiyanların büyük bir çoğunluğunun reenkarnasyon ya da astroloji gibi, en azından bir adet "yeni çağ inancına" sahip olduklarını da belirtmekte fayda var. Yani geleneksel dinlere inananlar bu gelenekleri sıkı sıkıya takip etmiyorlar. Bu eklemli trendlerin, küreselleşme sürecinin bir ürünü olduğuna şüphe yok.
Korelasyon Teolojisi: Dinlerin Doğal Seçilimi...
Yirminci yüzyılın en ünlü teologlarından biri olan Paul Tillich, bir dinin cevapladığı soruların bir kültürün sorduğu sorularla uyumlu olması gerektiğini öne sürerek, bir korelasyon teolojisi ortaya atıyor. Bu teolojiye göre bir din, bu dengeyi sağlayamadığında anlamını kaybediyor. Öyle ki bugünlerde sesi en çok çıkan müritler tarafından dillendirilen, en yüksek sesli teolojiler tam olarak bu konuda eksikler; birçok insan cevapları başka yerlerde aramaya karar veriyor.
Ancak sorular da de Waal'ın ifadesiyle "kendimiz ve diğerleri arasındaki çizgiyi bulanıklaştıracak şekilde evrimleşmiş" beyinlere sahip olan bizler kadar baki. Trans dans olsun, dua olsun, cemaat olsun, bu çizgiyi bize hatırlatacak ve bulanıklaştıracak faaliyetlerin peşinde koşmaya daima devam edeceğiz.
Dunbar ise dinin çekirdeğinde aidiyete yönelik duyulan, nihayetinde evrenin kozmik hikayesinde yalnızca ince bir zaman ve uzam dilimini işgal etmiş Homo sapiens'ten çok önce var olmuş ve sonrasında da var olmaya devam edecek "mistik bir aidiyet kaygısı"nın yer aldığını ifade ediyor.
Yanıtla
0
0

Bu içerik için bir tepkiniz var mı?

0
0
0
0
0
0
0
0
İnançlar konusundaki bazı benzer içerikler
İlginizi çekebilecek diğer içerikler
© 2019 - 2024 SoruDenizi v1.4.1
Giriş Yap

Üye Ol
En az 3 en çok 23 karakter, sadece harf ve rakam içerebilir. Boş bırakılamaz En az 6, en çok 36 karakter olmalıdır. Boş bırakılamaz

Kullanıcı Sözleşmesi'ni kabul ediyorum
Şifremi Unuttum
Şifre yenileme bağlantısı e-postanıza gönderilecektir.

Reklamlar Görüntülenemiyor 😞
Hoşgeldiniz, bir reklam engelleyici kullanıyorsunuz gibi görünüyor. Sorun değil. Kim kullanmaz ki?
Reklam engelleyici kullanma hakkınıza saygı duyuyoruz ancak reklam gelirleri olmadan bu siteyi harika tutmaya devam edemeyeceğimizi bilmenizi istiyoruz.
Anlıyorum; reklam engelleyicimi devre dışı bıraktım.
Soru Denizi, ziyaretçilerine daha iyi bir deneyim sağlamak amacıyla çerez (cookie) teknolojisini kullanmaktadır.
Detaylı Bilgi
Tamam